31 Ekim 2019 Perşembe

Bedran Cebiroğlu



Sevgili şair dostum Bedran Cebiroğlu ile msn de tanışmıştık. Bedran Cebiroğlu, şairliğinin yanında iyi bir komünisti, bu nedenle dostluğumuz ve yoldaşlığımız telefon görüşmeleri ile devam etti. Sosyal paylaşım sayfası face ile tanıştığımız da orada yoldaşlığımız ve dostluğumuz devam etti. Face de ki paylaşımları kararlı bir komünist olduğunu ortaya koyuyordu.
Bedran Cebiroğlu mücadeleci bir candı, her alanda mücadelesini sürdürüyordu. Yaşamakta olduğu Hatay da her haksızlığın karşısında idi. Edebiyat alanında yurdun her yerinde idi. Bunun yanında Ortadoğu da ki Arap şairler ile de iletişim ve eylem birliği içinde idi. Bedran yoldaşımın anadili Arapça idi, o nedenle Arap şairler ile rahatça anlaşabiliyordu. Mücadelesini orta doğuda da sürdürüyordu. Çünkü o komünisti, komünist insanda evrenseldi. Nerde haksızlık ve zulüm varsa orada olmalı idi.
Bedran yoldaş, komünist olan inatçı ve kararlı olmalıdır. Mücadelesinde de inatçı ve kararlı olmalıdır, yaşamında da böyle olmalıdır, her alanda ki mücadelesin de çabuk pes etmemelidir, diyordu. Bunu her alanda gösterdiği gibi sağlığında ki inatçı ve mücadeleci oluşuyla da gösterdi. Bir ara sağlığı bozulmuştu ve biz yoldaşlarını da üzmüştü. Biz onu teselli edip güç vereceğimize o bize o güç veriyordu.
“üzülmeyin yoldaşlar, ben komünistim, kolay pes edip teslim olmam, bu hastalık inatçı ise komünistler ondan inatçı. Bende bu inatçılıkla bu hastalığı yeneceğim” derdi
Ve dediği gibide bu amansız hastalığı yenmiş oldu. Biz yoldaşlarını da mutlu etti. Mücadelesine de ara vermeden devam etti.
Sevgili Bedran bir Asi nehri aşığıdır. Asi nehri gibi gürül, gürül çağlayan şiirleri ile her fırsatta ona seslenmiş, onun ile dertleşmiş, sohbet etmiştir. Hatta son zamanlarda kirlenmesine dayanamayıp, bu işte sorumlu olanlara seslenmeyi, onları uyarmayı da kendine görev bilmiştir. Çünkü o Hatay’ı çok seviyordu. Asinin de temiz akmasını, Hatay’a daha bir güzellik katmasını istiyordu.
Bedran yoldaş bu günlere gelirken çok ezildiğini söylüyor. Hatta ozanların sosyalist olmalı mı tartışmamızda görüşünü istediğimizde şöyle yazmıştı.
“Kapitalist sistemin en mağduru benim... Kireç ocaklarında, Amik ovasında pamuk toplarken ezildim... Ağalar ve beyler... 17 yaşında vekil öğretmenlik yaptım, Maaşımı bile zor aldım... Oturdum evde: hep kitap okudum: Beni ve Dilbilgisi kitabımı "Kapital" ile gözaltına aldılar... İhsani kasetlerini sakladım, evde Ferdi Tayfur kasetini bilerek açıkta koydum... Onları da aldılar... Ve annem-güzelim annem kitaplarımı yaktı.: Bana zarar gelmesin diye...Neyse uzun hikaye... Biraz anlattım onun için: Sosyalist ve komünist insanım... Ve yolumdan şaşmam ölene dek... Emek-sermaye çelişkisi vardır... Sömüren ve sömürülen... Ozan halktan ve sömürülenden yana olmak zorundadır... Olmasa ozan olmaz... Yavuz Bingöl, İbrahim Tatlıses gibi olur... Halkın ozanı mutlaka sosyalizmden yana olmalıdır... Şairlerde... Selamlar can dostum...” Bedran yoldaşımın yukarda ki yazısının noktasına, virgülüne kadar her satırına katılıyorum. Kendisini selamlıyorum. Mücadelen mücadelemdir yoldaşım.
Şair Bedran Cebiroğlu Kimdir?
Şair Bedran Cebiroğlu, Hatay ili, Defne ilçesi, Dursunlu mahallesinde doğdu.(1961) Anadolu Üniversitesi – İktisat Fakültesi mezun oldu. Hala Antakya’da Mali Müşavirlik mesleği ile uğraşmaktadır. Türkiye Yazarlar Sendikası, Çukurova-Türkiye Edebiyatçılar Dernekleri üyesidir. Bu sivil toplum örgütlerinde de üzerine düşen mücadelesine devam etmektedir. Yaklaşık kırk yıldır şiir yazmaktadır ve yazmaya da devam ediyor. Şiirleri, yurdumuzda ve Ortadoğu da çok sayıda dergi ve antoloji de yayınlandı. Katıldığı Sabri Akay, Kurtuluş, A.K. Merkezi şiir yarışmalarında ödüller aldı. 2005 Yılında Şafağın Gülleri adlı ilk şiir kitabı yayınlandı. Yayına hazır iki şiir kitabı ve düz yazılardan oluşan bir kitabı var. Yakın zamanda okuyucularla buluşmaya hazırlanmaktadır.
Bundan sonra ki yazın hayatında da başarılar dilerim yoldaşım. Yolun açık olsun.
 

KOMÜNİST OZAN – DURSUNOĞLU ALİ

24 Ekim 2019 Perşembe

Savrulacak Külüm mü kaldı?




AMELE KARDEŞİM

Bitlisli yoldaşım, Davut Kardeşim
Yoksa benim gibi boşta mısın sen
Şu koca dünyada yoktur bir işim
Kardeş benim gibi düşte misin sen

Memur değil ben amele biriyim
Bazen ölüyorum bazen diriyim
Boş gezen avare bir serseriyim
Ben gibi gözleri yaşta mısın sen

Havalar soğudu çatladı elim
Pardösü alamam, ağa değilim
Halim arz etmeye tutmuyor dilim
Dostum, benim gibi kışta mısın sen

Dostun, Sefili’nin böyledir hali
Tezinden cevap yaz eyleme deli
Daha fazlasına varmıyor dili
Dertliler içinde başta mısın sen

1/12/1985


Bir eşek almıştım tüccar dayıdan
Boynu kalın aşa kalmaz ayıdan
Durmaz odun taşır dağdan bayırdan
Uyuz eşek neler açtın başıma

İçeri girince durmaz anırır
Kendini koltukta sanıp bağırır
Arpa saman ile karnın doyurur
Uyuz eşek neler açtın başıma

Uyuz eşek yattı yerden kalkmıyor
Koltuk rahat geldi bana bakmıyor
Yedi içti şişti geri çıkmıyor
Uyuz eşek neler açtın başıma

 Yerin rahat buldu kalkmıyor uyuz
Ense kalınlaştı sanki bir domuz
Salyası akıyor, oluyor kuduz
Uyuz eşek neler açtın başıma

Kul Sefili bu eşeği ne yapsın
Alanı çıkmıyor götürüp satsın
Ölmüyor ki leşin dereye atsın
Uyuz eşek neler açtın başıma



Sınıfsız Dünya

  HANİ..!
Ant içmiştik seninle,
güneşli dünyayı kurmaya
Çocukların özgürce oynayabildiği bir dünyayı
Yapı yapar gibi inşa edecektik ellerimizle
Tuğla örer gibi örecektik yeryüzünü,
bir uçtan, bir uca
Ben harç karacaktım,
Sen türkü söyleyecektin, o şirin dillerinle
Güneşi içenlerin türküsünü.
Yapıcıların türküsünü.
Ve bir gün gelip, çocuklarına anlatacaktın
Yüreğinin en sayha yerinde ki,
On beşlerin öyküsünü.
Ve 2005 ocağında
Kırmızı karanfilleri attılar diye, Karadeniz’e
Göz altına alınan
Yoldaşları da anlatacaksın
On beşlerin öyküsü ile.

Hani!
Bir oğlumuz olursa Suphi koyacaktık adını
Hem de Mustafa Suphi!
Bir oğlumuz oldu
Ve
Adını Mustafa Suphi koyduk
Ama güneşli bir dünyayı veremedik ona


OZAN ALİ TURALI

Ozan Ali Turalı’ yı bir iyice uyanmış gördük, sevdik. Ali Turalı, kendisini bilmiş, ağzı var dili yok halkının sırt kemiği arasından koparılıp alınan yüzlerce katrilyonun kimlerin küpüne aktığını öğrenmiş ve bu soygun düzenine karşı savaşını korkusuzca başlatmış ünlü bir halk ozanımızdır.
      Bu büyük ozanın binlerce şiirinden birinin bir dörtlüğüne bakalım.

Yoksul halkımızın çektiği çile
Bitmiyor dostlarım sebep düzendir
İşçinin köylünün sorunu dile
Gelmiyor dostlarım sebep düzendir.

Ozan Ali Turalı’ nın  bu kutsal savaşı diğer halk ozanlarına örnek olmalıdır. İşsizlikten, yoksulluktan, açlıktan kıvranan halkımızın kurtuluşu için savaşmalıdır ozanlar, Ali Turalı gibi. Ötesine sözüm yok.
    Ali Turalının bir adı da Kul SEFİLİ’ dir. Kul Sefili halkının dışında hiçbir kimsenin kulu olmamıştır. Bu ünlü ozanımızın tüm düşüncesi ve şiirleri kuşkusuz ezik halkının kurtuluşu adınadır. Ve bu Kul Sefili, sevdiği halkı için her derde, her belaya göğüs geren kutsal bir savaşçı olarak çıkmıştır karşımıza.
    Bu büyük ozanı saygı ile selamlıyorum.

                      AŞIK İHSANİ
                          14/09/2003



Antoloji


BU YOLU BİZE AÇANLAR
Bu kitabı hazırlamaya karar verdiğimizde, ozan dostlarımıza yaptığımız davette şöyle demiştik. Tarihe not düşmek ve bu günden yarına, dizelerimiz ile Emperyalizme başkaldırışımızın tanıklığını bırakmak için buluşuyoruz. Bizler kendi dertlerini değil, içinden yetiştiği halkın dertlerini, sorunlarını haykırıyoruz. Geçmişte ki kimi ozanlar gibi güle bülbüle şiir yazıp ağıt yakmıyoruz. Bizler, Emperyalizme ve onun uşağı faşizme karşı susmuyoruz, ona karşı haykırıyoruz. Kendimizi avutmuyoruz, güçlülerden yana methiyeler dizmiyoruz.
Sesini bizim sesimize katmak isteyen, Bende emperyalizme karşıyım diyen ozan dostları bu buluşmaya davet ediyoruz ve sesimizi çoğaltalım, sesimizi yükseltelim diye çağrıda bulunmuştuk. Kitap da eserleri olan ozan dostlar sesimize ses verdiler. Ozanlığın gül ile bülbül ile olmayacağını sözde ozanım diyenlere de anlatmış oldular.
Emperyalizme başkaldırmak, kendine insanım diyen her bireyin yapması gereken bir olgudur.Bizde özerimize düşen bu olguya ses olmak için bu esere imza attık. Başkaldırı sanat ile yapıldığı gibi örgütlülük için de eylemede dönüştürülebilir. Kısacası Emperyalizme başkaldırmak bir insanlık görevidir. Çünkü emperyalizm insanlığa zararlıdır. Bizden önceki ustalarımız bu başkaldırıyı şiirle, sazla yaptığı
gibi eyleme dönüştürmeyi bilmişlerdir. Bunların başında da Pirsultan Abdal vardır.


16.yy da, Pirsultan Abdal Osmanlının feodal yapısına sazı ve sözü ile başkaldırdığı gibi bunu eyleme dönüştürüp Halkı uyarmayı da bilmiştir. Bunun sonucunda da Osmanlının kan emici paşaları bu başkaldırıyı bastırmak için Pirsultan Abdal’ı önce Sivas’ın meydanında taşlatırlar sonrada astırmışlardır.

Komünist ozan

Emperyalizme başkaldırı Antolojisi


BU KİTAP BİR KOLEKTİF ÇALIŞMADIR.
DEVRIMCİ ŞİİR

Eskiden var mıydı, başka yerlerde hâlâ var mıdır, bilmem ama, Basel’deki bir toplantıda Yusuf Ter’in elime tutuşturduğu duyuru, insani duyarlılıkların “hoş bir sada” olduğu bugünlerde doğrusu şaşırttı beni. Avrupa’da yaşayan bazı Türkiyeli ozanların bir çağrısıydı bu metin. Onlar, “tarihe not düşmek,” “emperyalizme karşı başkaldırışın tanıklığını” gelecek kuşaklara emanet etmek, içinden geldikleri halkın “dertlerini, sorunlarını haykırmak” için, “emperyalizme ve onun uşağı faşizme karşı susmayan, “güçlülerden yana methiyeler dizmeyen,” “güle, bülbüle ağıt yakmayan”ların eserlerinden oluşacak “şiir seçkisi”ne katkıda bulunmaya davet ediyorlardı duyarlı şair dostlarını. ilginç ve bir o kadar da hazin bir not da vardı davet metninde. Kitabı, toplanacak katkı paylarıyla kendileri bastıracaklardı ve “şiir kitaplarınıdağıtımcılar dağıtmadığı için” kitabın satışını da katkıda bulunan şairler üstleneceklerdi.

İşte elinizdeki kitap bu çağrının bir ürünü; ‘katkı parası”yla oluşturulmuş ve “dağıtımcılar dağıtmadığı için” şairlerin kendilerince okura ulaştırılan bir Seçki...


Böyle bir çağrıya, ifade edilen duyarlılıklara, “nankör ve vefasız dünya”da bu türden bir çabaya şaşırmıştım ve buna yeterli yanıt gelmeyeceğini düşünmüştüm. Hele kitabın basılıp okura ulaşacağından hiç umudum yoktu.

Sonunda, şairler başardılar...

Hayata ezilenlerin safında müdahale etmek, kavgaya katılmak “devrimci sanat”ın ilk şartı ve şimdi elinizde, “devrimci sanat”ın çok güzel bir örneği var.

Devrimci sanat, elbette, çok yönlüdür, pek çok anlama ve işleve sahiptir. Her şeyden önce, devrimci şiirin hammaddesi dil ile başlamak gerekir bu konudaki bir çözümlemeye. Richard Rorty, şöyle diyor dile ilişkin: “Dil, bağımsız bir nesneyi ifade eden bir ayna işlevi görmez ve ancak, amacımıza ulaşmanın bir aracı olarak görülürse daha iyi anlaşılabilir. Dil, bulmaktan ziyade, yapar.”[1] Ne var ki, elbette, “sözcüklerin çaresiz kaldığı” durumlar da vardır hayatta. İşte o anlarda, “sözün sanatı” şiir girer devreye ve

kelimelerin anlatamadığını “sözün müziği” ile şair anlatır. Bireyin ve toplumun, kendi başına, kolayca çözemediği, tanımlayamadığı, ifade edemediği ve çözümünü hemen bulamadığı “insanlık durumu”nu, çoğu kez, sanat anlatır. Bazen bilim bile çaresiz ya da yetersiz kalır bu bakımdan ve insanlığın imdadına sanat yetişir. “İnsanlık durumu”nun anlatılabilmesinin temel aracı da dil olduğundan, edebiyatın ve dolayısıyla şiirin özel bir konumu vardır bu konuda.

Hayatın gerçeklerinin gizlendiği, görüntünün ardındaki özün (gerçeğin), hakimiyetlerini, ayrıcalıklarını sonsuza dek korumak isteyen egemenlerce saklandığı sınıflı toplumlarda, sanatın temel işlevlerinden biri, gerçeğin estetik bir çerçeve içinde, açığa çıkarılması, yığınlara ulaştırılmasıdır. Bu, tek başına, sanatın devrimci işlevinin göstergesidir, kanıtıdır.


23 Ekim 2019 Çarşamba

Ali ile Menekşe


Ali ile Menekşe
Çorum’un güzel köylerinden birinde, kimsesiz olan çoban Ali ağanın kızı Menekşe’yi sever. Sever ama gel gelelim ağaya, ağa çoban Ali’ye hiç kız verir mi idi? Ali bunu iyi biliyordu. Ama aşk ferman dinlemiyordu. Bir gün Menekşe çoban Ali’ye:
“çoban Ali,  hani beni babamdan isteyecektin?”
Beyninden vurulmuşa dönen çoban Ali, vermeyeceğini bilerek ağasının karşısına çıkar, çıkar ama bir türlü konuşamaz. Çoban Ali’yi sıkıntılı gören ağa:
“Ne o çoban Ali, bir derdin mi var?”
“Ağam bir derdin mi var demek söz mü, bin derdim var.”
“Bak hele bak, neymiş o derdin? Söyle de bilelim.”
Çoban Ali ağasından çekinerek:
“Ağam, Allah’ın emri ile kızın Menekşe’yi istemeye geldim.”
“Baksen, bak hele, ulan çoban Ali ne dediğinin farkında mısın? Ne cesaretle geldin de benden kız istiyorsun? Yıkıl karşımdan, benim senin gibi çulsuza verecek kızım yok!”
             Umutları yıkılan çoban Ali üzgün, üzgün Menekşe’nin yanına döner. Onu öyle üzgün gören Menekşe:
“Vermedi mi? Sevgimizi çok mu gördü çoban Ali’m.”
“Vermedi Menekşe’m, sevgimizi çok gördü, bana fakirsin, çulsuzsun dedi. Bu aşk yürümez Menekşe’m.”
“üzülme çoban Ali’m üzülme, bohçayı topladığım gibi gideriz buralardan, bizi bulamayacakları çok uzak yerlere kaçarız.”
“Sahi mi dersin Menekşe’m? Kaçar mısın benimle? Yakalarsa ağam, ikimizi de öldürtür.”
“Kaçarız çoban Ali, bizi bulamayacakları yerlere kaçarız.”
            Çoban Ali ile Menekşe orada her şeyi kararlaştırırlar. Akşam saat on sularında çoban Ali aşağı yol kenarında Menekşeyi bekler. Bir müddet sonra Menekşe bohçası elinde çıkar gelir. Çoban Ali Menekşe’nin elinden tutar ve oradan uzaklaşırlar. Geceyi geçirmek için boş bir dağ evine girerler ama gözleri de hep arakalarındadır.
        Kızının çoban Ali ile kaçtığını duyan ağa kızar küplere biner. Kendi kendine konuşmaya başlar:
“Alacağın olsun çoban Ali, alacağın olsun. Anandan emdiğin sütü burnundan getirmezsem bana da Hasan ağa demesinler.”
            Ağa zaman geçirmeden jandarmaya koşar. Jandarma bir yandan, ağa ile adamları bir yandan düşerler çoban Ali ile Menekşe’nin peşine. Gün ağarmadan iki aşığı girdikleri bağ evinde sarmaş dolaş uyurken yakalarlar ve ağanın karşısına getirirler. Onları, öyle el ele tutuşur vaziyette gören ağa hiddetlenir:
“Ulan çulsuz, kaçmak ile kurtuluruz mu sandın. Eğer ben Hasan ağaysam elimden kuş uçmaz lan.”
             Jandarmalar çoban Ali’yi götürürlerken, çoban Ali der ki:
“Kardeşler, beş dakika bana müsaade edin Menekşe’me bir çift söz söyleyeyim.”
 Geri döner ve şu beyitleri söyler.

“ Ayırdılar ikimizi sevdiğim
Bekle beni nolur Menekşe yârim
Bu mahpusluk biter sana gelirim
Bekle beni nolur Menekşe yârim

Ağam ikimize tuzak kurdurdu
Bağ evinde etrafımız sardırdı
Beni senden seni benden ayırdı
Bekle beni nolur Menekşe yârim

 Gece görmüş idim seni düşümde
Hasan Ağa gelir benim peşimde
Ağarsa dökülse saçın başında
Bekle beni nolur Menekşe yârim.”

Çoban Ali’nin yüreğinin derinliklerinden okuduğu bu dizelerin sonunda feryat figan içinde, bekleyeceğim çoban Ali’m bekleyeceğim der ve Ali’sine yüreğinin derinliklerinden seslenir.

“Çoban Ali’m seni alıp giderler
Bırakmazlar peşimizi güderler
Niçin çile çeker candan sevenler
Ölene dek seni beklerim Ali

Ağarsa saçlarım dişim dökülse
Ömrüm yolun beklemekten sökülse
Yaş altmışı bulsa belim bükülse
Ölene dek seni beklerim Ali

Kırsalar senide saran kolumu
Ayırsalar birleşmişken elimi
Kesseler adını anan dilimi
Ölene dek seni beklerim Ali.”

Menekşe’nin söylediği beyitler orada ki herkesi duygulandırmıştır. Jandarmalar bile acımıştır bu iki aşığa fakat ağa inadından vazgeçmemiştir. Çoban Ali fazla dayanamayıp:
“Git Menekşem git, sen babanın evine ben mahpushaneye, jandarmalar beni alır gider senide baban. Git Menekşe’m git, seni sana emanet ediyorum.” Der ve ardından şu beyitleri de okur.

“jandarmalar beni götürür aha
Senden başkasını sevmem vallaha
Yaşayacak çok günümüz var daha
Bekle beni nolur Menekşe yârim

Ayırdılar beni gonca gülümden
Anlayan yok sevenlerin dilinden
Ağa zalim bir şey gelmez elimden
Bekle beni nolur Menekşe yârim

Hasan ağa böyle zalim olunmaz
Seven gönüllere kilit vurulmaz
Kul Sefili sevmekten hiç yorulmaz
Bekle beni nolur Menekşe yârim.”
    Çoban Ali sözlerini bitirir, jandarmalar alır giderler. Menekşe’yi de babası alıp gider. Fakat çoban Ali’nin gidişine dayanamayan güzel Menekşe geri dönüp saçını başını yolarak şu son sözlerini de söyler.

“ Bir yıl değil bin yıl geçse aradan
Kan yerine irin aksa yaradan
Bizim bu aşkımız değil sıradan
Ölene dek seni beklerim Ali

 Dönmen için günlerini sayarım
Geceleri rüyalarda ararım
Dönmez isen ben canıma kıyarım
Ölene dek seni beklerim Ali

Sana kalpten aşıktır bu Menekşe
İbret alsın bizden Fatma ve Ayşe
Bu zalim ağalara engeldir işe
Ölene dek seni beklerim Ali.”

21.08.1986
 Kul Sefili



22 Ekim 2019 Salı

Şiirin Dilinde Sosyalizm


Türk halk edebiyatını başlangıcından 16.yy. geldiğimizde bir isyanın, başkaldırının ve karşı duruşun var olduğunu görürüz. Bu karşı duruşun öncüsü de Pirsultan Abdal'dır. Halkı için ölümüne mücadele eden, zalim Osmanlının feodal yapısına başkaldıran bir yiğit ozan. Kendi mutluğunu değil halkının mutluluğunu düşünen, Osmanlının baskısından halkını kurtarmak için öncülük eden yiğit halkın ozanı. Bu mücadelenin sonunda dara gideceğini bilerek. Ama bu yüz yılda, kendini saraya kapılanmış ozanlarda vardı. Saraydan nemalanan, ama bu günlerde onların isimlerini bilen yok. Fakat Pirsultan öylemi? 16.yy. bu güne anılarak, bayraklaşarak geldi. Daha yy. boyu da anılacak, gerçek halkın ozanına öncülük edecek. 16.yy. ve sonrasında günümüze ışık tutan, kavgamıza yol gösteren iki ozan daha vardır Köroğlu ve Dadaloğlu, bu ozanlarımızda kendi menfaatlerinden vaz geçip, halkın mutluluğu ve refahı için Osmanlı ile her daim mücadele içinde olmuşlardır. Bazı ozanlarda sarayı karşısına almayıp, yönetenler ile arasını hoş tutup gününü gün etmişlerdir. Bu iki noktayı ayırmadığımız sürece konumuza vakıf olamayız. Yukarıdaki soruya cevap verirken ozanlarımızın mücadeleci yanlarını görmezden gelip, Dadaloğlu ile iktidar yanlısı ozanları aynı kefeye koyarsak yanlış yaparız. 20.yy. birçok adından söz ettiren ozan oldu. Bunlardan en öne çıkanı Âşık Veysel idi. Fakat bu büyük ozanımız pek devlet ile arasını açmayı düşünmedi. Bizim eleştirimizde bu noktada sanatsal yanına hiçbir diyeceğimiz yoktur. Fakat o sanatsal gücünü daha çok halktan yana kullanmasını beklerdik. 1960-1970'li yıllara gelindiğinde emperyalizme ve onun kapı uşağı faşizme karşı yoğun bir mücadele vardı. Bu mücadele sınıf mücadelesi idi. Çoğu halk ozanı bu mücadelede yerini aldı. Bunların başında da Âşık İhsani geliyordu. İhsani ömrünü halkının özgürlüğü için bu mücadeleye adamıştı. Mahsuni sınıfsal olmasa da halkı için zindanlardan payını alan ozanlarımızdandı. Çünkü her zaman iktidarların karşısında idi. Bu ozanlarımızın karşısında Osmanlıda olduğu gibi kendini devlete kapılayan ozanlarda vardı. İhsaniler, Şahturnalar, Zamanileri, Emekçiler, Mehmet Koç halkı için sürgünlerde yaşamıştır. Her iki noktayı iyi ayırmak gerek. Buradan hareketle, günümüzün şu sıkıntılı ve faşist baskılarının yükseldiği dönemde, yine halkını uyarmak onun ozanına düşer. Yani kendine halkın ozanıyım diyenlerde, bu faşizan baskıların, gerici eylem ve söylemlerin karşısında sosyalist söylemleri ve dizeleri ile seslerini yükseltmelidirler. Tarihe sessiz kalmadıklarını not düşmelidirler. Onun için diyoruz ki, Biz İlerici, Devrimci Ozanlarız! Sazımız, sözümüz, işçi sınıfımız, ezilen halklarımız için devrimci bir eylemdir. Halklarımıza sevgimiz, sınıf düşmanına (burjuvaziye) kinimiz derindir! Yolumuz işçi sınıfının, ezilen halklarımızın devrimci savaş yoludur. Felsefemiz diyalektik materyalizmdir. Doğayı seviyoruz, insanın insanı sömürmesine karşı koyan insanları çok seviyoruz. Feodalizme karşı sözünü esirgemeyen Pir Sultan Abdal'ın, Köroğlu'nun, Dadaloğlu'nun ve kapitalizme-emperyalizme karşı savaş açan Âşık İhsani'nin, Nazım Hikmet'in devrimci yürekleri yüreğimizdir. İlerici, devrimci ozanlarımızı aramıza görmeyi istiyoruz! Gelin dostlar, hoş gelin, sefalar getirin! Gül ile bülbül ile çiçekle, böcekle zaman kaybedecek zaman değildir. Duyarlı ozanlarımızı halk şiiri kalıpları içinde yazılmış, halkın mutlu yaşamı sosyalist düzeni anlatan şiirleri ile aramızda yer almalarını bekliyoruz.


Muzaffer Sarısülük


Muzaffer Sarısülük 1959 yılında Çorum Sungurlu Beylice köyünde doğdu. İlkokulu Köyünde Orta Okulu ve Liseyi Sungurlu da bitirdi. Bu arada Köyü ile de irtibatını hiç kesmedi. Çünkü köyünü çok seviyordu. Yaz tatillerinde Köyde olmayı severdi çünkü o insanları severdi insanlarla sohbet etmeyi çok severdi. Orta Okul ve Lise de iyi bir öğrenci idi ve başarısından dolayıdır ki hiç beğenmediği ve hep karşı çıktığı YÖK’ün zorlu sınavlarını başarıp Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesine girmeyi başarmıştır.
Muzaffer Hoca ile yarıyıl tatilleri ve Yaz tatillerinde çok sohbetlerimiz olmuştur. Kendisi Köyünde ki gençliğin bilinçsiz birey olarak yetişmesini istemiyor, bilinçli ve örgütlü olmalarını öneriyordu. Araştıran ve sorgulayan bir gençlik olsun istiyor devletin dayatmacı ve aldatmacı mantığını sorgulasınlar istiyordu. Kendide o dönem TSİP(Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) de faaliyet gösteriyordu. Bütün çabası özgür bir Türkiye sosyalist bir toplumdan yanaydı ve o doğrultuda mücadele ediyordu. Bizim sohbetlerimizde genelde bu yönde olurdu. Kafamda ki sosyalist şekillenme onun eseri dersem yanlış olmaz. İyi ki de olmuş
.
Muzaffer Hocanın yazmaya karşı merakı bu dönemlerde başlar ve Eğitim Fakültesinde hız kazanır. Türkçe bölümünde okuması da buna daha da yardımcı olur. İnsanlarla sohbet etmeyi, bir şeyler aktarmayı sevdiği kadar yazmayı da çok seviyordu. Kendi yazmayı sevdiği kadar konuştuğu, sohbet ettiği gençlere ve arkadaşlarına da yazmayı ve bolca okumayı önerirdi. Yazmanın kurallarından bahseder usanmadan anlatırdı.
Sevgili Ağabeyim ve dostum diyebileceğim Muzaffer Eğitim fakültesini bitirmiş Türkçe öğretmeni olmuştu. Benimde Orta Okul yıllarımda yazmaya başladığım şiirlerim çeşitli dergilerde yayımlanmaya başlamıştı. Ben genel olarak Halk şiiri tarzında yazıyordum. Muzaffer Hoca bana serbest türde de yazmamı önerdi ve tekniklerini anlattı. Kendinin de serbest türde şiirler yazdığını söyledi ve bana yazdığı şiirlerden oluşan bir dosya verdi. Yazdıkları gerçekten dikkatimi çekmişti. Yazdıkları şeyler gerçeklerle örtüşen hayal ürünü olmayan imgeleri güçlü şiirlerdi. Ondan sonra arada da olsa serbest şiir denemeleri yazmaya çalıştım. Yazı ve öykü denemeleri yazmaya başladım.
Muzaffer Hoca Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Gaziantep ve Urfa da öğretmenlik yaptı. Ben Askerden geldiğimde Urfa da öğretmendi. Yine yarıyıl tatili için köye gelmişti. Bizim evde oturup sohbet ettik. Kafasında şekil alan eskidende savunduğu bir dünya kurmuştu. Bunları bana anlattı. Muzaffer hoca anlattıklarında haklıydı ama içinde yaşadığı toplum buna ne hazırdı nede bu bilince erişmişti. Kimse bunun olacağını kabullenmiyor deli saçması deyip geçiyor onu dinleme erdeminde bile bulunmuyorlardı. Hâlbuki bir şeyi anlayıp dinlemeden, onun olurluğunu analiz etmeden, nasıl deli saçması diye karar verirlerdi. Hocanın anlatmak istediği çağdaş yaşamın ta kendisi ve yaşanması denenebilir tezden ibaretti. Fakat biz toplum olarak yabancı olduğumuz her şeyi dışlamaktan yanayız, onu denemeyi yâda olumlu bakmayı hiç düşünmeyiz. Kolay olan “deli saçması” deyip geçmektir. Aynen Muzaffer hocaya da böyle olmuştur. Peki, kayıp eden kim olmuştur? Cevap kolay içinden çıktığı toplum. Böyle bir beyini dışladığı için. Bu toplumun kafasında birde İslami değerler varsa dışlamaktan kolay başka yol yoktur.
Ama aslına bakarsak toplum muzaffer hocayı anlayamadı ki dışlasın o, anlayışsız toplumu dışladı ve kafasında oluşturduğu dünyasında yaşamayı seçti, Yalandan ve riyadan arınmış kendi dünyasında. Onurlu ve gururlu bir yaşamdı onun seçtiği. Kimseye eyvallah etmeden.
Hatta devletine bile eyvallah etmiyordu. İkiyüzlü ve riyakârlık içinde, kapitalist bir yapıya sahip olduğundan. Hak ettiği emeklilik maaşını bile almıyordu devletten. O bir öğretmendi. Beyni bilgi doluydu, binlerce öğrenci yetiştirecekti ama bu toplum bunu bilmediği gibi kapitalist devlet hiç bilmedi. O kendi dünyasında kendi imkânları içinde, yaşamak istediği gibi yaşamını sürdürüyor. Onu bu yaşama zorlayan toplum ve devlet utansın, utanmayı biliyorlarsa.

 Komünist Ozan


Şeyh Bedreddin


SINIF SAVAŞIMI VE ŞEYH BEDREDDİN

 Yaşamı:
Asıl adı Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmut, 1358- Edirne yakınlarında ki Dimetoka'nın Simavna (Samona) köyünde doğdu. 1417 yada 1420. Serez de Heratlı Mevlana Haydarın "şeran kanı helal, fakat malı haramdır" biçiminde verdiği fetva ile idam edilmiştir. Doğduğu ve babası İsrail'in kadılık yaptığı Simavna da başlayan öğrenimini tamamlamak için Konya'ya, daha sonra Kahire'ye gitti; bura da Ahlatlı şeyh Hüseyin'e bağlandı. Onun emriyle gittiği Tebriz de Timur'un önünde yapılan tartışmalarda kendi bilgisinin derinliğini kanıtladı. Oradan Kazvin'e geçti. Buradan da Batini düşüncelerle donanmış olarak ayrıldı. Tekrar Mısıra dönerek Hüseyin Ahleti' in halifesi, o öldükten sonrada, tekkesinin şeyhliğini yaptı. Burada ki şeyhliğini ancak altı ay sürdürebildi. Mısırdan ayrılarak, Halep'e geçip Timur ordularıyla Anadolu'ya döndü. Anadolu'ya dönüşünde Alevilerin yoğun olduğu bölgeleri dolaştı. Çevresinde kalabalık bir yandaş oluştu. Daha sonra Edirne'ye yerleşti.

Bedreddin' in, Halep de Timur' la karşılaştığı günlerde,Asya da, hatta Afrika da bir Timur egemenliği rüzgarları esiyordu. Timur' un kafasında Anadolu'yu da egemenliği altına alıp, oradan da rahatça Rumeli'yi kuşatmak amacındadır. Bedreddin, burada, Timur'un huzurundaki tartışmalarda, onu, savaşmaktan caydırmak için, hiç çekinmeden, şu sözleri söylemiştir. "Çapul üzerine kurulan, yani emek harcamadan, yağma üzerine kurulan imparatorluklar, yine aynı yolla yıkılacağını, halkların, büyük toplulukların, kişilerin egemenliği altında duramayacağını, bir gün gelip o egemene, yani tahta karşı ayaklanacaklarını söylediyse de, Timur'a geri adım attıramamıştır.

Asya da bu gelişmeler olurken, Bedreddin'in memleketinde, Avrupa' ın içlerine kadar hükmetme sevdasında olan Osman oğlularının hükümdarı Murat Hüdavendigar, bir Sırplı tarafından öldürülmüştür. Sonrasında da taht kavgası başlamıştır. Bayezid, Anadolu da sancak beyi olan kardeşini öldürtüp yerine tahta geçmiştir. Daha sonrasında, Anadolu'ya hükmetme meraklısı olan aksak Timur'un orduları ile, Afrika ve Asya da hüküm süren Timur egemenliğine son vermek isteyen kör Yıldırım Bayezid'in orduları, Ankara da çubuk ovasında karşı karşıya geldiler. Bayezıd'ın orduları bozguna uğradı, Bayezıd esir düştü. Tutsaklığa dayanamayan Bayezıd zehir içerek intihar ettti. 1402

Şeyh Bedreddin, 1402 de ki Timur istilasıyla, Osmanlıda boşalan ve hezimete uğrayan taht kavgası boşluğundan yararlanan ve Edirne de saltanatını kuran Musa Çelebi'nin kazaskeri oldu. Fakat, kardeşi 1.Mehmet tarafından öldürülen Musa Çelebi'nin saltanatı da yıkılınca kazaskeri Bedreddin de 1. Mehmet tarafından İznik'e sürüldü 1413. Şeyh Bedreddin sağlam bir medrese eğitimi almış, daha sonra tasavvuf yolunu seçerek ünlü bir mutasavvıf olmuştur. Bu bilgileri doğrultusunda da o büyük eseri Varidat'ı yazmıştır. Çünkü, Şeyh Bedreddin'in yaşadığı dönem, dinsel gelişmelerin yoğun yaşandığı ve tartışılamadığı bir döneme rastlar. Bu dönem içinde, devletin resmi dini Sünniliktir, ve halkı bu mezhepten olmaya zorlamaktadırlar.

Şey Bedreddin bütün bu yanlış yönetimin içinde kendine, daha doğru ve insancıl bir yol çizip, Osmanlının yanlışlarının içinden kendi doğrularıyla sivrilmeye çalışıyordu. Osmanlının, din üzerine yaptığı yanlışları ve bu yanlışlar ışığında din üzerine olan araştırmalarını ve tezlerini derinleştirmeye çalıştı. İyi bir mutasavvıf olduğundan din üzerine söz söylemede yetkindi. Fakat araştırmaları ve gözlemleri günden güne onu eski mistik ve tasavvuf yapısından uzaklaştırıyor, düşüncesini değiştirmeye kadar götürüyordu. Bununla da kalmadı, Mısır sultanı Barkok'un sarayında ki tartışmalardan sonra kafasında yeni sorular belirdi. Bu soruların cevabını bulduğunda, o güne kadar yazmış olduğu 45 ciltlik tasavvuf ve mistizim kokan eserlerini götürüp Nil nehrine attı. Büyük değişimi de o günden sonra başladı

Şeyh Bedreddin'in düşüncesini değiştirmesindeki bulgularının başında," evrenin varlığı, geleceği konusunda İslam bilimlerinin ileri sürdüğü nedenlerin yetersizliği ve doyurucu olmayışıdır. Özellikle insanla ilgili yorumların, düşünme, ruh, bilgi ve yaratılış, ölüm gibi konuların açıklanmasında İslam dini pek inandırıcı gelmemiştir." Şeyh Bedreddin bundan sonra kendini halkın sorunlarını ilgilendiren sorunlar üzerinde çalışmaya adadı.

BEDREDDİN'İN SİYASAL GÖRÜŞÜ VE BEDREDDİN OLAYI SINIFSAL MI İDİ ?

Siyasal Görüşü:

Şeyh Bedreddin, ne kadar bir mutasavvıf olsa da, olaylara, nesnelere ve evrene bilim adamı kuşkusuyla bakıyordu. Her şeyi kaderciliğe bırakmıyordu. Şeriatın ve İslam'ın düşünce ile söylencelerini reddederek her şeye evrensel gözle bakmayı biliyordu. "Bursalı Mehmet Tahir'in, özgür düşünceli şeyhlerin büyüklerindendi" sözü ile dile getirdiği Şeyh Bedreddin, çağının, düşünce ve görüşünde ilerici, aydın olduğu kadarda bilimsel açıdan da son derece yüksek düzeydeydi.

Şeyh Bedreddin, insanlar arasındaki İslam- hıristiyan, suni- alevi gibi ayrılıkları kaldırma yanlısıydı. Bunun içinde halkı bu yöneticilerden ve bu derece ikilik yaratan sistemden kurtarmak için yeni düşünceler geliştiriyordu. İnsanların hep birlikte, ayrı gayrı olmadan kolektifçe yaşamasını istiyordu. Dere beylerini ve toprakağalarını dağıtıp, bu toprakların yoksul köylüler tarafından, ortakça ekilip biçilmesini, ortakça üretilip paylaşılmasını düşünüyordu. Böylelikle de toplumdaki yoksul-zengin ayrımını da kaldıracağını inanıyordu.

Şeyh Bedreddin'n bu düşünceleri, Marks'ist, Lenin'ist felsefe ile bire bir örtüşmektedir. Marksis, Leninist felsefede olan e4mek ile sermaye çelişkisinin ortadan kaldırılmadığı müddetçe ezen ve ezilenin, yoksul ve zenginin olacağını ve bu çelişkiyi de kaldırmak için mutlak bir sınıf hareketine ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır.
Şeyh Bedreddin' hareketinin özünde de tam bu felsefe vardır. Çünkü o da insanlar arasında ezen ezilen, yoksul ve zengin, din, dil, ırk ayrımı olmadan mutluca ve ortak alanları paylaşarak yaşasınlar istiyordu. Bunun gerçekleşmesi içinde derebeylerini, toprak ağalarını ve bunun ötesinde insanlar üzerinde egemenlik kuran beyleri yıkmak, devirmek için yola çıkmıştı.

İşte, tam bu çıkışı ile de, 1402 Ankara savaşıyla, Beyazıt'ı yenerek, Timur'un sebep olduğu, Osmanlının kötü döneminin kapanıp, kendilerine çeki düzen verip, yeniden yükselişe geçtikleri dönemde Şeyh Bedreddin devlet yöneticilerini kuşkuya düşürüp telaşlandırmıştır. Osmanlının, yeniden yapılanıp da yükselişe geçtiği dönemde, devlet eliyle işlenen insanlık arasındaki din ve mezhep farklarından dolayı ağır suçlar işleniyordu. Devletin resmi dini olarak kabul edilen Sünnilik hep ön plana çıkartılıyordu. Başka din ve mezhepten olanlar horlanıp hırpalanıyor, itilip kalkılıyordu. Bu kadar büyük haksızlıklar ve Ankara savaşının yenilgisinden sonraki ekonomik sıkıntılar, yönetime karşı duyulan güvensizlik ve başı bozukluklar Şeyh Bedreddin'in başkaldırısına zemin ve ortam hazırlamıştır."Şeyh Bedreddin insanlar arasında ki din farkını kaldırıp, haram sayılan her şeyi helal kılarak, yarin al yanağından gayrısını ortak kullanılması gibi düşünceler ortaya sürüyordu. Bu düşünce ve hareketleri ile Şeyh Bedreddin kuşkusuz bir sosyal devrim yapmayı planlıyordu. Şeyh Bedreddin askeri kanat için de görev yaptığından, yöneticiler arasında da örgütlediği insanlar bulunuyordu. Tüm bunlara istinattan Osmanlı devletinin ekonomik açıdan çok kötü durumda olması ortamı daha da verimli hale getirmişti. İş ve aş sıkıntısı hat safhaya ulaşmıştı. Böyle olunca da aşı işi olmayan çok sayıda halk Şeyh Bedreddin'i destekliyordu.

Bütün bunlara rağmen, Osmanlının en ilginç yanı, halk ayaklanmalarının ve bireysel başkaldırıların devletin en güçlü olduğu dönemlerde ortaya çıkmasıdır. İsyancı güçlerin büyük çoğunluğu Aleviler arasından çıktığından, isyana katılanlar, dinsizlikle ve zındıklıkla suçlanıyordu. Bu suçlamalar suni halk tarafından yapılıyor ve kabul görüyordu. Ş eyh bedreddin bütün bunları bertaraf edip, halk arasında ki suni-alevi demeden devlete karşı bir ayaklanma planlıyordu. "Bedreddin "kansız" devrim düşünüyordu. Onun için tabanı geniş tutmaya çalışıyordu. Zaten evrensel düşünen, din, mesep ayrımı yapmayan birisiydi. Bu nedenle Şeyh Bedreddin'in çevresine, Hıristiyan ve Yahudilerden de katılanlar olmuştu."

Nazım Hikmet, Bedreddin olayını, Türk halkının devrimci bir öz taşıdığını göstermesi bakımından önemli bulmaktadır ve "işçi sınıfının politik savaşımında, Türk köylüsünün bir bağdaşığı olarak ele almaktadır. Yani tarihin bir döneminde, Türk halkının yarattığı ilerici bir harekettir." Kaynağın da, Bedreddin olayı, Türk tarihinin çok önemli bir olayıdır. Ne bir Batini hareketine ne de devlet adamlığının etkisinden yararlanarak görevini kötüye kullanmasıdır. Bu tezde tarihin bilimsel yorumuna uygun düşenidir. Çünkü, Anadolu'nun sosyo-ekonomik ve siyasal yapısı Moğol ve Timur istilalarıyla bozulmuştur, bu başı bozukluktan dolayı bir çok işsizler ordusu, çevresinde boş gezen kitleler çoğalmıştır. "Bedreddin, bunları çevresinde toparlayıp harekete geçirmesini başarmıştır." Şeyh Bedreddin'in, ayaklanmada ki amacı, yönetimi yıkıp yerine kendinin geçmesi gibi bir isteği ve talebi yoktur. Ayaklanmanın özünde de böyle bir plan düşünülmemiştir. Bedreddin'in, ayaklanmadaki amacı düzeni değiştirmek, bu düzenin kurallarını en acımasız şekilde uygulayan yönetimi de al aşağı etmek.

Türkler, Anadolu da sağlam bir ekonomik düzen kuramadığından, bu yüzden halk devamlı geçim kavgası vermektedir. Anadolu da ki bu boşluktan yararlanan Şeyh Bedreddin yönetime ve düzene karşı baş kaldırır. " Anadolu yy. boyunca sömürülen bir ülke olmuştur. Halkımızın bu günkü savaşımı yüz yıllardır süren bir savaşımdır. Şeyh Bedreddin hareketi bu açıdan çok önemli bir tarihsel harekettir."

Elimizde ki kaynakları derinlemesine incelediğimizde, Bedreddin'in gerçek bir halk önderi olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü, Bedreddin kendi için istediği bir şey yoktur. Burada ki, şeyh Bedreddin'in, yar yanağından gayrısının ortak kullanımı düşünmesi, bu günün devrimcilerinin kolektif yaşamının ve evrensel düşüncesinin tıpa tıp aynısı değil mi? Demek oluyor ki Şeyh Bedreddin sınıfların var olduğunu asırlar önce saptamış, tek dayanağı olmayan, o gün ki sistemin emperyalizm değil de, feodalizm olmasıdır. Yani sanayi proletaryası değil de, toprak emekçilerinin var olmasıdır. Yine ortada bir emek ile sermaye çelişkisi bulunmuş oluyor. Sanayi sermayesi yerine toprak ağaları ve dere beyleri. Demek oluyor ki, bir yanda sömüren, bir yanda da sömürülen mevcuttur. Fakat o yy da kimse bunu sınıf diye adlandırmamış, Marx bu felsefeyi geliştirene kadar.O nedenle Şeyh Bedreddini, " bir halk hareketinin önderi olarak Türk köylüsünün özündeki devrimci niteliği temsil etmesi bakımından devrim tarihimizin önünde tutabiliriz."

Şeyh Bedreddin, günümüze ulaşan kaynaklardan aktardığımız vurgular ve yapmış olduğu başkaldırının karakteristik yapısından ve de Şeh Bedreddin'in felsefesinden yola çıkacak olursak, Çağının en ilerici ve devrimcisiydi diyebiliriz. " Osmanlı toplumu, daha aydın, daha ileri bir uygarlık aşamasında olsaydı, kendini ölüme götüren düşüncelerinden dolayı, bir dinsiz olarak değil, toplum düzenini maddeci bir yaşama anlayışı üzerine oturtmak isteyen devrimci bir kişi diye yargılanırdı."

ŞEYH BEDREDDİN OLAYI SINIFSAL MI İDİ?

Bedreddin, toprak sahiplerine yani özel mülkiyete karşı olduğu gibi kuvvetlinin egemenliğine de karşı idi. O nedenle de, her zaman, fil dişi kulelerinde oturup halkı yönetenlere kin duymuş ve baş kaldırmıştır. Bizler, Bedreddin olayına buradan hareketle bakacak olursak, sınıfın ne olduğuna da bir göz atalım.

. " tarihsel olarak belirlenmiş bulunan, toplumsal üretim sisteminde aldıkları yere, üretim araçları karşısındaki durumlarına (bu durumlar genellikle yasalarla pekiştirilmiş ve şekillendirilmiştir), toplumsal emek örgütündeki rollerine ve nihayet, toplumsal zenginlikten kendilerine düşen payın miktarına ve bunu alış biçimlerine göre birbirlerinden farklı olan kalabalık insan topluluklarıdır." sınıfların ve sınıf savaşımının özüne, kaynaklarına, gelişmesine ve tarihsel kaderine ilişkin bilimsel teori marksizmin kurucuları olan Marks ve Engels tarafından yaratılmıştır.

Bu açıklamadan hareketle, Dünya da her dönemde sınıfın varlığını kabul etmemiz gerek, fakat bunun bir sınıf yada sınıfların mücadelesi diye tahlil edip açığa çıkartmamışlardır. Bu açıklamanın doğrultusunda, Şeyh Bedreddin olayına bakacak olursak sınıf savaşı demekle yanlış yapmamış oluruz. Tarihteki olayları ve ayaklanmaları derinine incelediğimizde, ayaklanmaların çıkış ve karakteristik özelliklerine baktığımızda " Bedreddin hareketi sınıfsal bir eylemdi. Vecihi Timuroğlu'nun da belirttiği gibi Bedreddin olayı tarihimizin ilk sınıf savaşımıdır. Alevi niteliği bu yanını örtülemez, ama sınıfsal yanını daha çok açığa çıkarır." Bu güne kadar, köleci, feodal ve kapitalist toplumlarda bunların özelliklerine uygun iki temel sınıf olagelmiştir: Köleciler ve köleler, yani köleciler efendi, kölelerde ezilen, pazarlarda alıp satılan hiçbir hakka sahip olmayan sınıf. Feodaller ve toprak kölesi köylüler, buda bir yanda toprak ağaları, diğer yanda da onların topraklarında ırgat olarak çalışan toprak proletaryası. Günümüz kapitalist düzeninde de burjuva ve proletarya sınıfıdır. Bu geçen her dönemde köleci, feodal ve burjuva toplumlarında egemen sınıflar, üretim araçlarının hepsini yada sonuç belirleyici kısmını ellerinde bulundurmuşlardır.

Şeyh Bedreddin olayı da feodal toplumun var olduğu bir dönemde geçtiğine göre, yine bir sınıfın varlığını ve burada ki sınıfın toprak ağaları ve de derebeyleri ile onların zulmü altında ki toprak emekçileri arasında geçmektedir. Bura da ki belirleyici unsur ayaklanmanın tabandan gelmesidir ve sistemi yıkma istemin delerdir. Yani saray içinden taht için verilen bir mücadele değildir. Şeyh Bedreddin'in kavgası insanların ayrı gayrı gözetmeksizin bir olması ve aynı eşit oranda devlet nimetlerinden yararlanmasıdır. Onun için de yar yanağından gayrısının ortak kullanılması tezini ortaya atmış ve onun doğrultusunda mücadele etmiştir. Bu günde biz devrimcilerin isteği ve mücadelesi bu değil mi? Yar yanağından gayrısını kolektif bir biçimde üretip paylaşmak değil mi?

Yani demek oluyor ki bu gün sanayi proletaryası sınıf savaşımının mücadelesini veriyorsa, o gün, feodal çağda da toprak emekçileri ve devlet dini olan Sünniliği kabul etmeyen sınıfın vermiş olduğu bir mücadeledir Bedreddin olayı. "Bedreddin ve eserleri üzerinde bir araştırma yayınlamış olan Prof. Z.F. Fındıkoğlu'na göre " Bedreddin Rönasans arifesine düşen Sosyalizm tarihinin sahifeleri arasında yer alabilecek bir Türk düşünürüdür." Kendisi yalnız 1416-1908 Türkiye'si için değil, fakat aynı zamanda 1908- 1964 Türkiye'si içinde önemli bir şahsiyettir. Çünkü Şeyh Bedreddin çığırı, bir taraftan Türklerin Müslüman oluşundan devam eden dini-mistik sosyal mücadeleciliğine bağlanırken, öte yandan da Türkiye'de modern alanlardaki sosyalizmin adeta öncüsü gibi görülmektedir." Yeri gelmişken değinmekte yarar görüyorum, kapitalizmde, burjuvazi ile proletaryadan başka, büyük çiftlik sahipleri ile küçük toprak sahibi köylülerde vardır. Yani bu sınıflar eski üretim tarzının birer parçasıdır, yada belirli toplumsal ekonomilerin bağrından çıkmışlardır. "Toplumun sınıflara bölünmüş olduğu ve sınıf savaşımı, daha Marksizim ortaya çıkmadan önce biliniyordu. Fakat sınıfların ve sınıf savaşımının kökenlerine ilişkin bilimsel açıklama Marksizim tarafından yapıldı. Sınıf savaşımı, sınıfsal çıkarlar arasındaki derin ve uzlaşmaz çelişkinin objektif olarak gerekli bir sonucu ve yansımasıdır."

Öyleyse, neden Bedreddin olayına sınıf mücadelesi demekten çekinelim, her toplumda sınıflar olduğuna göre, burada ki mücadelenin özü feodalizmi yaratanlara karşı olduğuna göre; mücadele bu toplumdaki dere beylere karşıdır. Küçük toprak sahiplerinin, büyük çiftlik sahiplerine karşı başkaldırısıdır, her yönüyle ayrımcılık yapan yönetime karşıdır.Feodalizmin ana üretim gücü topraktır. Şeyh Bedreddin de özel toprak mülkiyetine karşıdır. "Bedreddincilik, tüm Osmanlıya ve Osmanlıdan arta kalanlara ters gelebilir. Çünkü Bedreddincilikte özel mülkiyete karşı olmak var." Özel mülkiyete karşı olmak yalnızca komünizmde vardır. Komünizmde sınıf savaşıyla gelir. Burada aksini iddia etmek komünizmin kurallarına aykırıdır. "Sınıf mücadelesinin belirleyici biçimi, politik mücadeledir; çünkü ancak politik mücadele sayesinde burjuvazinin iktidarı aşılıp işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür. Politik mücadele bu hedefe ulaşıncaya kadar sürdürülmelidir. Yoksa baskılardan kurtulunmaz."

Bu açıklamadan hareketle, Bedreddin olayını sınıf mücadelesine oturtmamızda hiçbir sakınca ve yanılgı olmadığını göstermektedir. Çünkü, Bedreddin olayının da ana karakteri politik mücadeledir. Bu mücadelenin de özünde feodal iktidarı ve ona hakim olan feodalizmi yıkmak amacı vardır. Feodalizmi yıkmaktaki amaç, insanlığın daha güzel, daha insanca yaşandığı, her şeyin ortaklaşa kullanıldığı, " yarin al yanağından gayrsının" her şeyin ortak üretilip, ortaklaşa tüketildiği bir iktidar ve yönetim amaçlanmaktadır. Bu tanımlarda, bu gün ki Sosyalist sisteme denk düşmektedir.

Bu ayaklanmanın sonucunda da, günümüzde de yaşanan, ve sosyalistleri asıp kesen faşist darbelerin bir benzeri de o tarihte, kaltak Osmanlının yönetimi tarafından, Şeyh Bedreddin ve adamlarına, ayaklanmaya katkı koyan halka uygulanmış, ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Tıpkı, 12 Eylül faşist darbesi de buna benzemektedir. Burada ki amaçta, yükselen devrimci hareketi bastırmak için yapılmış ve amaçlarına ulaşmışlardır. Fakat, buna rağmen, ne kaltak Osmanlının o gün yapmış olduğu kanlı zulüm, Börklüce Mustafa'yı , Torlak Kemal'i nasıl yıldırmadıysa, bu günde, ne 12 Martlar, nede 12 Eylüller,devrimci hareketi geriletmesine rağmen, bu yola baş koyup yürekten inananları yıldıramadı ve de yolundan döndüremedi. Asırlar önce böyleydi, asırlar sonrada böyle olacak. Yani, ezen ve ezilen sınıf varoldukça bu mücadele sürüp gidecek, ezilenler kazanmadan da bitmeyecektir.

Komünist Ozan

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA:
1) Baki Öz, Osmanlıda alevi ayaklanmaları,s.153,155, 161
2) İsmet Zeki Eyuboğlu, şeyh Bedreddin ve varidat, s. 31, 171
3) Sina Akşin ve arkadaşları, Türkiye tarihi 2.cilt, s. 212, 213, cem yay.
4) Vecihi Timuroğlu, Simavne kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve varidat, s. 12, 18, 23, 24
5) Lenin bütün yapıtları, cilt 29, s. 415, Bulgarcadan çeviri
6) Marksist-Leninist politika ve ekonomi-politik sözlüğü 2.cilt, s. 518, yeni dünya yayınları
7) Manfred buhr- Alfred Kosing, Bilimsel felsefe sözlüğü, s. 361-362


Halk Ozanlığı-2

 NEDEN YUH?

Büyük usta Âşık Nesimi Çimen, Sivas'ta yanmadan önce halkın karşısına çıktığında, şöyle diyordu."Halk ozanı, halkı hiç bir zaman eğlendirmez. Halk ozanı, halkı düşündürür, eğer düşünebiliyorsa bu halk... Ben burada size salt türkü söylemiyorum. Ben size mesaj veriyorum, mesajımı dinleyin" * diyordu.

İşte ben Nesimi Çimen'e ve onun gibilere ozan derim. Halkı uyandırmayan, halkına mesaj vermeyen ozana da ozan mı derim... Çünkü halk ozanı, halkı ile iç içe yaşayandır. Yani düzene kulluk etmeyendir. Düzene yaltaklık edene, düzene boyun eğene ve sözcülüğünü yapan ozana da ozan mı derim. Yeri gelmişken aktarmakta yarar var. Üstat Nesimi Çimen şöyle diyordu: "Her düzen, halkla halkın ozanı arasına duvar koyar. çünkü halk ozanı düzenin ihanetini, zulmünü, açığını söyler. **

Üstadın yukarıda söylediği ne kadar doğru ve yerinde bir tanım, ama bu tanıma uyan, yada böyle kendini hisseden kaç tane ozan var. Kaç tane ozan kendini bu tanımlamanın içine koyabilir. Bende tam bu noktada, kendini bu tanımın dışında gören ozanlara halkın ozanı mı derim. Halkı ile ozanı arasına duvar ören, onları bir birinden koparmaya çalışan düzene başkaldırıp sesini yükseltmeyen ozanlara ozan mı derim. Ve diyorum ki, yaşadığı topraklar üstünde gelişen toplumsal olaylara kulağını tıkayıp, halkına kulak vermeyen, düzenden yana tavrını koyana ozan mı denir. Maraş'lara, Çorum'lara, Kızıldere'lere, Gazilere, Sivas'lara ve ölüm oruçlarına kulağını tıkayan, tavrını koymayan, başını kaldırmayanlara ozan mı denir. Bu toplumsal olaylara duyarlılık gösterip karşı koymayan ozanlara bu sıfatı kim verir. Halkına sırtını dönerek, halk ozanıyım diyene bu sıfat yakışır mı? diyorum. Bunca zulme, kıyıma, vahşete, haksızlığa karşı yinede düzenle barışık yaşayan, onların sözcülüğünü yapan ozanlara, ozan demek doğru olur mu?

" Ben yönetenlerin horladığı, ama halkının bağrına bastığı ozana ozan derim." *** Yukarıda alıntısını verdiğim Aşık Mahsuni ozanın tanımını şöyle yapıyor. " Halk ozanı, halkın dertleriyle haşir neşir olan, sorunlarını, isteklerini, duygu ve düşünce sevilerini kısa ve öz sözlerle anlatandır. "**** Ustanın yukarıda yapmış olduğu tanımı açarsak, halkın dertleriyle haşir neşir olan diyor. Peki, öyleyse geçmişte ve günümüzde 3-5 ozandan başka kim bu tanıma uyuyor. Yâda kim halkın arasına inip duygu ve düşüncelerine tercüman olup ona yol gösterip öncülük ediyor.

Bir TV kanalında, kendine halk ozanıyım diyen birisi, eline sazı alanı, ya da biraz sesi güzel olanı ozan diye programa çıkartıyor. Buda yetmez gibi gelenek diye bunlarla atışıyor veya atıştırıyor. Bu atışma esnasında söylenen sözlerin hangisi yukarıda yapılan tanımlamaya uyuyor. Yada edebi değer taşıyor, halkın sorunlarına aydınlatıcı ışık tutuyor. Bu kendine ozanım diyen şahıslar, hiç bir toplumsal olaya tek satır söz söylemezken, ( Sivas olayları, gazi olayları, ölüm oruçları) yine bu kanal aracılığıyla devlete, gericiliğe methiyeler düzmeyi de kendilerine görev sayıyorlar. Buda yetmez gibi TV kanalının sahibini de göklere çıkarmayı unutmuyorlar. Ve bu kadar halktan kopuk, halka dair bir çift sözleri olmayanlar, çıkıyorlar halk ozanıyız deyiyorlar. Halk ozanı, halkı için var olandır, yönetenler ve sermayederler için değil. H alk ozanı, halkı için tüm zorluğu göğüsleyendir, sonunda ipte olsa(Pirsultan Misali)

Bu tanımını saydığım ozanlar, halkın yanında olup halkına öncülük eden ozanları anarşistlikle suçlarken, büyük Usta Mahsuni de bu cezalar bana şereftir diyor. Doğru olanı da budur. Kendine halkın ozanıyım, onun gözüyüm, kulağıyım diyorsan, o kutsal saydığı halk için yeri geldiğinde ceza çekmeyi bilmelidir ve bunu da Mahsuni gibi şeref saymalıdır. Bir kere kendine halk ozanıyım diyenlerde, "Pir Sultan'lar, Kör Oğlu' lar, Seyraniler,"***** günümüzde de, İhsani'ler, Mahsuni'ler, Şah Turna'lar vb. gibi çağlar ötesine uzanabilmek için halkın ve onun çıkarlarını savunanların yanında olmak zorundadırlar.

Kısacası Halk ozanlığı öyle kolay yutulur lokma değildir. Yani halk ozanıyım derken, asılmayı da göze alacaksın, yüzülmeyi de. Bunları göze almadan kendine halk ozanıyım, insanım diyenlere yuh olsun, yuh olsun.


-----------------------------

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

* Ateşte Semaha Durmak /Ali Yıldırım
** A.g.e.
*** Anadolu'yu kucaklayan ozan Mahsuni Şerif /A. İhsan Aktaş
**** A.g.e.
***** Halk şiirinde gerçekçilik / Rıza Zelyut


Halk Ozanlığı-3

Geçmişten günümüze geldiğimizde ve geçmiş ozanlarımız ile bugün ki ozanlarımızı değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan şu ki, geçmişte ki ozanlarımızın çoğunluğu daha halktan yana daha halk için ozandırlar. Aynen halkı için dara giden Pirsultan Abdal gibi, zenginden alıp yoksula veren, Bolu Beyine meydan okuyan Köroğlu gibi, Ferman Padişahın ise dağlar bizimdir diyerek Osmanlıya başkaldıran Dadaloğlu gibi, kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak diyen Serdari gibi emperyalizme ve onun kapı kullarına başkaldırmışlardır.
Halkın ozanlarının bu çıkışışları karşısında devletin desteklediği Konya aşıklar bayramı kutlanmaya başlanmış, bazı alevi ozanları da oraya çekmeyi başarmışlardır. Çeşitli ödüller vererek halk ozanıyım diyenleri halktan koparıp devlete kapılanmışlardır.
İşte burada gerçek halkın ozanları da boş durmayıp yüreklerini ortaya koyup Devrimci Ozanlar Derneği (DEV-OZ) kurmuşlardır. Bunların başında Aşık İhsani gelmektedir. Aşık İhsani bu arada Türkiye İşçi Partisi (TİP) de üye olmuştur. Yanına aldığı devrimci ozan arkadaşları ile Anadolu’yu karış, karış dolaşmışlardır. Bu mücadele süresince defalarca tutuklanmışlar, cezaevine konmuşlardır. Ama yılmamışlardır. Daha kararlı bir şekilde yollarına devam etmişlerdir. Sazlarını silah sözlerini mermi edip halk ile kaynaşmaya onları uyarmaya uyandırmaya devam etmişlerdir.
Derken topu tankı ile halkın üzerinden eze eze geçen 12 Eylül faşist darbesi geldi. Sosyalistleri ve komünistleri toplayıp içeri attılar, halkın öncüsüyüm, sözcüsüyüm diyen yiğit ozanlarını da içeri attılar, Birçok yiğit ozanımız çareyi yurt dışına gitmek de buldu ve canını kurtardı faşizmin zindanlarında yapılan işkencelerden. Yurt dışına çıkmayan ozanların çoğu da eski konumunu koruyamadı. Bu arada yurt dışına çıkan ozanlarımızın birçoğu da saf değiştirdi değiştirmeyen pasif konuma düştü.
Bu saf değiştiren ve pasifleşen ozanlarımız bu kadarla da kalmadı, geçmişinde ki konumundan hicap duyup, o zamanki yaptıklarının ve mücadelesinin yanlış olduğunu yazdılar söylediler ve söylemeye de devam ediyorlar. Hatta yüzde yüz zıt oldukları görüşleri savunmaya bile çekinmiyorlar.
Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra gericileşen toplum, 15-16 yıldır daha fazla gericileşti v e yozlaştı, çünkü halkın uyarıcısı, uyandırıcısı ozanı görevini yapmıyordu. Yapanlarda bir elin parmağı kadar ancaydı. Bunların çoğunluğu da yurt dışında yaşıyordu. Onlar bulundukları ülkelerden mesajlarını gönderiyorlardı ama halkın arasında olmadıkları için fazla etkili olmuyordu. Ama o keskin şiirleri ile karşı duruşlarına devam ediyorlardı. Yurdumuzda kalan birkaç ozanımızdan bazılarını da vakitsiz kaybettik.
Yurdumuz gericiliğe teslim olmuş iken, gerici katliamlar yaşanırken sesini çıkarmayan ama kendine halk ozanıyım diyenler, elinde sazları ile gül bülbül türküleri söylüyorlardı. Halkın acısı kederi ve toplumun sürüklendiği karanlık onları hiç ilgilendirmiyordu. Yinede halk ozanıyız diyorlardı. İktidarların borazanlığını yapıp işkembelerini şişiriyorlardı. Ne yazık ki bunların içinde kendine solcuyum diyenlerde vardı.
Bu durum eskiden beri beni rahatsız ediyordu. Yazdığım eleştirel yazıları hakaret sayıp bana saldırıyorlardı. Falanca ozana nasıl hakaret edermişim. Hakaret etmediğimi onlarda iyi biliyordu ama uçları kendilerine de dokunduğu için feveran ediyorlardı. Onlar feveran ettikçe eleştirime devam ediyor geri adımda atmıyordum. Bunlardan birçoğu sosyal medyadan tanıdığım daha sonra yüz yüze de tanışma imkânım olan arkadaşlardı.
Hal böyle iken halkın ozanı nasıl olmalıydı, bunun tanımını iyi koymaktı. Halkın ozanı ile halk ozanı arasında fark ne idi, geçmiş ozanlarımızın tanım örneklerinden yola çıkarak görebilirdik bunları.
Sosyalist ozan İhsani ozanın tanımını yaparken “Halk ozanı kimdir, halk ozanlığı nedir? Halk ozanı halkın yanında olandır. Yani halkın görmeyen gözü, duymayan
kulağı, söylemeyen dilidir. Yani halk bir derya, halk ozanı bir balıktır. Dahası, halk kır çiçekleri, halk ozanı bir arıdır. Bir de şöyle diyelim halk ozanı, derin ve karanlık kuyulara atılan halkını kartal pençeleriyle çıkarıp ap-aydınlığa götürendir. Halk ozanının okulu yoktur. Halk, derdini belasını sevincini söyletmek için ozanını yaratmıştır. Halk var oldukça ozanı da olacaktır. Aşık İhsani 1999”
Bu tanıma katılmamak mümkün mü? Halk ozanı kendini eğlendirmez, kendi derdini söylemez, gördükleri karşında bana ne demez. Halka sırtını dönemez, görmezden gelemez.
     İhsani Baba ile İstanbul da sohbet ederken söz Musa Eroğlu’nun söylediği, sözleri Dursun Ali Akınet’e ait olan yolun sonu türküsüne geldi. İhsani baba hiddetle:
  “Ne demek “Bana ne yazdan bahardan” böyle bir söz olur mu?” dedi. Ve devamında, “ kendine ozanım diyen kişi hiçbir zaman sözlerine bana ne diye başlayamaz,” dedi. Çünkü halkın baharı da, yazıda, üzüntüsü ve sevinci de ozanı ilgilendirir.  Ozan bunların hiç birine bana ne deyip sırtını dönemez.
Peki İhsani baba bu eleştirisinde haksız mı, ya da eleştiri yapmasın mı? İçinde bulunduğumuz durum bu tür türkülerin, şiirlerin yazılıp söyleneceği zaman değildir. Aslında halkın ozanı hiçbir dönemde bu tür eylemlerde bulunmamalıdır. Daima halkın gözü kulağı olmalıdır.
“Devlet kapısından beslenip öten / her sazı çalana ozan mı derim / Halka sırtın dönüp görmezden gelen / Devletçi olana ozan mı derim / Halktan yana çalıp çığırmıyorsa / Halkın dertlerini duyurmuyorsa / İşçi sınıfını kayırmıyorsa / Böyle bir yılana ozan mı derim / Ozan olan halkı için seslenir / Halktan ilham alır ondan beslenir / Halka sözcü olur onu üstlenir / Her sözü yalana ozan mı derim / Kul Sefili ozan olan hür olur / Düzen karşısında sesi gür olur / Grevlerde işçi ile bir olur / Uzakta kalana ozan mı derim.
Burada halkın ozanının tanımında büyük usta Aşık Mahsuni’ye kulak verelim.   “16 Mayıs 2002 e yitirdiğimiz büyük üstat, Cumhuriyet dönemi başkaldırı şiirinin tanınmış ismi Mahsuni Şerif gerçek ozanı şöyle tanımlıyor:
1- Halk ozanı durup dururken korkmaz ve vicdanında taviz vermez.
2- Halk ozanının canını çekinmeden vereceği tek kapı halk olmalıdır. Çünkü unvanın da (halk ozanı) görevini üstlendiği görülmektedir.
3- Halk ozanı hem devletçi hem halkçı olamaz. Çünkü kendine halk ozanıyım diyenler 1500 yıldır halkına baskı yapan, zulüm yapan devletin karşısına çıktıkları için büyük olmuşlardır. Der.
Bu gidiş karşısında ne yapabiliriz diye düşünürken, İsviçre de yaşayan halk şairi arkadaşım Yusuf Ter ile “Sosyalist Ozanlar Birliği” isminde bir internet sitesi kurduk ve tanıdık bazı isimlere çağrıda bulunduk. Birçoğu çağrımıza kulak verdi. Yusuf Ter arkadaşım bir tartışma açtı “Halkın ozanı Sosyalist Olmalı mıdır? Olur, İse Neden sosyalist Olmalıdır?” Yerinde bir tartışma idi, kendine halkın ozanıyım, şairiyim diyen yerini açıkça belirtmeli ve orada görevini yapmalıydı.
Bu tartışma sorusunu sosyal medya üzerinden tanıdık veya tanımadık ozan ve şair arkadaşlara iletti, yine çoğu açıkça fikirlerini yazarken bazıları bunu belirtmekten kaçındılar. Çoğunluklu olumlu yaklaşırken, bazıları ozanın yeri halkın yanıdır deyip geçiştirdi. Ama şunu söylemeyi de istemedi “hangi halk” halk bölünmüştü çünkü. Peki, halkın ozanı hangi halkın yanında olacaktı. İktidarın yanında kalıp, oradan nemalanıp, oranın borazanlığını yapıp ezilen halkına sırtını mı dönecekti? Yoksa her şeyi göze alıp ezilen, çile çeken halkın yanında mı olacaktı? Bunu birkaç ozanımız dışında başkası net koyamıyordu. Bizim eleştirimize de karşı çıkıyorlardı. Biz eleştirimize devam edeceğiz onlarda karşı çıksınlar. Dün neysek bugün aynıyız yârinde aynı olacağız. Aynı Almanya da yaşayan ozanımız “Zamani” gibi, yetmiş beşte tanıdığımda da buydu bu günde aynı.
İşte bende Yaşayan ozanımız Zamani gibi ozanlarımıza halkın ozanı derim.
 Buradan hareketle, günümüzün şu sıkıntılı ve faşist baskılarının yükseldiği dönemde, yine halkını uyarmak onun ozanına düşer. Yani kendine halkın ozanıyım diyenlerde, bu faşizan baskıların, gerici eylem ve söylemlerin karşısında olan sosyalist söylemleri ve dizeleri ile seslerini yükseltmelidir. Tarihe sessiz kalmadıklarını düşmelidirler.



 Komünist Ozan – Dursunoğlu Ali


21 Ekim 2019 Pazartesi

Köyümüzün Tarihçesi

Beylice köyü, Çorum İli Sungurlu İlçesinin kırsalda kalan bir köyüdür. Ankara-Samsun asfaltının sağında Sungurlu'ya 22km uzaklıkta, Çorum'a da 55 km dir. Üç tarafı ormanlık alanlar ile çevrilidir, Çok az ekilen araziye sahip ve bunların hiç biri sulu alan değildir. Köy altı denilen mevkiden bir çay yatağı geçer, fakat ilkbahardan kış mevsine kadar kurudur, hiç su akmaz. Kış mevsiminde de yatağını dolduramaz, debisi çok azdır. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen, bu çay yatağının her iki tarafı ve köyün içi bol ağaçlık vardır. Bu ağaçlığın çoğunluğu, kavak, söğüt, iğde ve arik ağaçları yetiştirilmiştir.
Köyün tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Büyüklerden dinleyip duyduğuma ve Kazım Erezer'in küçük çapta ki bir araştırmasından okuduğuma göre, köyümüz bir demirci aşireti konar göçer yerleşkesinden oluşmuştur. Beylice köyünün tarihi geçmişi yaklaşık 250- 300 yıl arasındadır. Köye ilk yerleşenlerin Emin Turalı'nın dedesi Emin'in öncülüğünde, şimdiki isimleri ile Erezerler, Velikalar (Göksülükler) ve mamıklar(sarısülükler) Malatya'dan geldikleri söylenir. Kazım Erezer'in yazısında anlattığına göre, köyümüzün şu an ki olduğu yere ormanlık bol olduğu için çadırını kuran demirciler, o yıl kışın şiddetli geçmesinden dolayı atları ölür ve geldikleri yer olan Malatya'ya dönemeyip buraya yerleşmişlerdir. Atlarının ölümünden sonra da yerleşkenin ismi atkıran olur. Bu isim daha sonra İsipkıran olarak değiştirilir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonrada Beylice olarak tekrar değiştirilir. Alevi bir Köydür.
Yazımın girişinde de belirttiğim gibi, Beylice köyü kırsal bir köydür ve verimsiz ekilen topraklara sahip olduğundan bölgenin en çok göç veren köylerindendir. Ekilen toprakları verimsiz olduğu gibi de azdır. Sadece bir iki ailenin 100 dönümü bulan toprağı vardır. Geri kalanların ise 10-15-20-25 dönümle sınırlıdır ve bu az sayıda ki topraklarda verimsizdir. Durum böyle olunca da ilk zamanlar yazları gurbette çalışılır kışları köye dönerlerdi. Kış çıkıncada hasat zamanı gelenedek gurbet yolu görünürdü. Hatta köyde hasatını kaldıracak adamları olanlar gelmezdi de.
Yazın dışarda çalışıp kışın köyde yemek zordu ve yetersizdi. Bunlardan ziyade hasrette vardı.aklım yettiğinden sonra gördüğüm cemlerde kışın yapılırdı ve gizli yapılırdı. Bu gizli yapılan cemler yanlış söylentilerede neden olmuştur. Halbu ki alevilerin baskı ve zulümden korktukları için gizli yaptıklarını anlamıyorlardı. Aleviler bu baskıyı Osmanlı zamanından beri üzerlerinde hissediyorlardı. Çaldıranda zalim Yavuz Selim tarafından kılıçtan geçirilmişti. Bu korku ve baskıdan ötürü Anadoluda alevi köyleri hep ıssız dağların arasında ücra köşelerdedir.Bizim köyde bunlardan biridir.topraksızdır, yoksuldur.Gurbetçileri kışın köye döndüğü için de cemleri kışın yaparlar.
Köyümüzde ilk göçler yakın olan Başkent Ankara'nın yolunu tutanlar devlet kademelerinde işe 1950 lerin sonu 1960 ların başlarında başlar. Köyümüze başlarlar. Başkentin kırsallarına gecekondular yapıp orada yaşamaya başlarlar. İlk başta şehire yabancılıktan dolayı zorluklarda yaşanır ve geriye köye dönenlerde olur.
Bu böyle devam edip gider. 1970 lerin sonu 1980 lerin sonlarında bu göçler hızlanır. Göçlerin çoğunluğu yine Başkent Ankara'dır. Fakat bu kes, çoğunluk iş alanı inşaat işçiliğidir. Askerliğini yapmış evlenen gençler göçü yüklediği gibi Ankara'nın yolunu tutar., Bu göçler 1990 ortalarında azda olsa İzmir'e kaymıştır. Fakat , bu göç Ankaran'ın onda biri bile değildir. İzmir'e yerleşenlerin hepsi İnşaatta çalışmaktadır. Ankara'dakilerin azda olsa devlet işinde çalışanları vardır. 1970 lerin ortalarında Avrupaya gidenlerde olmuştur ama bir kaçı hariç kısa dönem sonra dönüş yapmışlardır. Bunların dışında göç.ler çoğunlukta Ankara, Sungurlu, İzmir ve bir kaç ailede İstanbul, Çorum ve Mersin'e konaklamıştır.
Bu göçlerin sonucunda köyde az sayıda aile kalmıştır. Bunların azda olsa geriye dönen emeklilerden oluşmasıdır. Fakat köy o yığınla insanların yaşadığı yıllardan daha güzel olmasıdır. Yolları asfaltlanmış, köprüleri yapılmıştır. Yeni, yeni çeşmeler yapılmış, sularıda evlere kadar getirilmiştir. Tek olumsuz olanı ise, köyde öğrenci azlığından okulunun kapanmış olmasıdır. Az sayıdaki öğrencilerde taşıma sistemi ile Arifegazi de okumaktadır.
Beylice Köyünün yazları çok güzel olur. Her yanı yeşillik içindedir. Köyün girişinde Arife Gazi ile ortak arazi içinde olan birde çok eski çağlardan kalma, kayadan oyma üç katlı mağarası vardır. Bu mağaranın olduğu arazide Ürgüp peripacalarını aratmayacak güzellikte peri pacalarıda vardır.
İşte bu güzellikler içinde gözlerden ve devletten uzakta dağların ve tepelerin arasında, ücre köşelerde bir köydür Beylice Köyü, eskisi kadar kalabalık olmasada, yaz tatillerinde gitmeyi, görmeyi değer niteliktedir.

ÖNEMLİ NOT: Köyümüzün tarihi ve konumu hakkında elinde bilgiler bulunanlar benim ile paylaşmasını rica ederim.
aliturali@gmail.com dan ulaşabilirler, yada Beylicenin sesi sitesinin ziyaretçi defterine yazabilirler.

KOMÜNİST OZAN


Halk Ozanlığı-1


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE; HALK OZANLIĞI VE "HALKIN OZANLIĞI"


Geçmişten günümüze, halk şiiri geleneğine ve bu geleneği sürdüren halk ozanlarına bakacak olursak, çoğunluğu düzenden yana, yani güçlüden olmuşlardır. Adları halk ozanı olmuş ama kendileri hiçbir zaman halkın ozanı olmamışlardır. Halk ozanını tarif ederken, şöyle denir: halkının, üzüntüsünü, derdini, sevincini, ezilmişliğini, bizzat içinde yaşayarak dile getiren, onun öncüsü, sözcüsü olandır. Halk ozanı, kendini, her yönü ile geliştirip, halkının en az bir adım ilerisinde hissetmelidir. Bunu başarabilmek için bol bol okumalıdır. Okuduğu konuları, kendi hayat felsefesi ile iyi bir sentez yapabilen ozan, halkına en faydalı olabilendir.
Halk ozanı, içinde bulunduğu halkın, toplumsal olaylarına duyarsız kalıyorsa, kendi görevini kavrayamamış ya da o bilinci almamış demektir. Bu tip, sesi güzel, yada iyi saz çalabilen, içinde bulunduğu halkı görmezden gelerek şiir yazan her insana halk ozanı diyemeyiz. Bu sözcüğü, yani, halk ozanı ve halkın ozanı kelimesini ayırt ederek kullanmalıyız.
Bu tanımda yola çıkarsak, ancak bu tanıma uyan ozan sayısı iki elin parmağını geçmez. Osmanlının zulmüne boyun eğmeyen Pir Sultan, Bolu beyine kan kusturan Köroğlu, Bin boğa dağlarından kaltak Osmanlının düzenine ve uşaklarına aman vermeyen Dadaloğlu'na, bu anlamda dil uzatabilir miyiz? Ya da, bir Karacaoğlan'ı, Dertli'yi, Sümmani'yi veya Ruhsati'yi aynı kefeye koyabilir miyiz? Koyamayız! Bir Karacaoğlan aşk ve sevdanın ozanı iken, Dadaloğlu, halkı için canı pahasına zorbalara karşı sazı ile sözü ile yeri geldiğinde fiilen kavganın ve barışın ozanı olmuştur. Pir Sultan yine öyle, Osmanlıya karşı söylediği sözlerden geri adım atsa affedilecek, ama geri adıma atma dursun, darağacında bile, o köhne ve baskıcı, bir o kadarda barbara olanı düzeni yerden yere vurmuş ve öyle idam edilmiştir.
Cumhuriyet dönemine geldiğimiz de, Osmanlı da olduğu gibi, bu dönemde de devlet kendine göre ozanları seçip almıştır. Hiçbir ozana yapılmayan kıyak bu dönem içinde, Aşık Veysel, Ali İzzet Özkan, Cevlani, Emiri, Müdami ve Talibi gibi ozanlarımıza yapılmıştır. Bunların içinde de en şanslısı ve korunup kollananı Aşık Veysel olmuştur. Bu günde devlet aynı politikasını sürdürmektedir. Kendine halk ozanıyım diyeni devlet memurluğuna alarak kendi sözcüsü haline getirmiştir. Bunların halkın ozanı oldukları da tartışılır. Ama devlet bu politikasında da dün olduğu gibi başarılı olmuştur. Çünkü halk ozanını halktan koparıp, ait olduğu yerle bağını kesip kendi sözcüsü durumuna getirmiştir. İşte bu noktada da gerçek halkın ozanı ile sahteleri gün yüzüne çıkmıştır. Yani kendini halkın ozanı olarak koruyanlarla da, devletin politikalarına karşı çıkıp başkaldırmışlardır. Bu akımın öncülüğünü, Aşık İhsani üstlenmiştir. Daha sonra, Mahsuni Şerif, Nesimi Çimen, Mihneti, Emekçi, Şah Turna, Tuncelili Zamani, Vicdani, Meçhuli, Nurşani gibi ozanlarımız bu akıma katılmıştır. Ve 1960 ile 1980 arasında büyük ses getirmişlerdir. Devletin ozanları sağcılaştırma, susturma politikası olan Konya Aşıklar Bayramı'na karşılık, Aşık İhsani öncülüğünde kurulan Dev-Oz (Devrimci Halk Ozanlar Derneği) da birleştiler. Böylece, Konya Aşıklar Bayramı'na katılan Alevi ve demokrat geçinen ozanların önünü de kesmiş oldular.
Bu dernek çatısı altında büyük bir sorumluluğu da üstlenmiş oldular. Bu sorumluluk, halkı bu bozuk düzene ve bu düzenin zor aygıtı devlete, bu devletin faşizan baskılarına karşı bilinçlendirmeyi, bunun yanında haklarını aramayı, sazları, sözleri ile örgütlemeye çalıştılar. Bu görevi yerine getirirken devletin baskısı ile de karşılaştılar. Tutuklandılar, hücrelerde yattılar, ama yılmadılar. Yeri geldi 6. Filo'ya, İzmir'de Mahir Çayanlar'la taş atıp karşı koydular. Yeri geldi, Kızıldere vahşetine, 6 Mayıs 1972 Denizler'in idamlarına başkaldırıp ağıt yaktılar. Onunla da yetinmeyip fiili mücadeleye katıldılar. Yeri de geldi halkı eğitici, toplumu uyarıcı görevler üstlendiler. Statlarda on binleri, yüz binleri coşturmayı, harekete geçirmeyi başardılar. Çünkü onlar halkın ozanı idiler. Onlar susamazdılar, baskıya boyun eğemezlerdi, canları pahasına da olsa. Onlar Pir sulatanın torunuydular. Haksızlığın karşısında eğilemezlerdi. Eğilmediler de. Şimdi ekranlarda boy gösteren, kendine halk ozanıyım diyenler, o gün bu insanları, anarşistlikle, terör üslükle suçladılar, çünkü kendilerini besleyen devletin borazanlığını yaptılar.
16 Mayıs 2002 e yitirdiğimiz büyük üstat, Cumhuriyet dönemi başkaldırı şiirinin tanınmış ismi Mahsuni Şerif gerçek ozanı şöyle tanımlıyor:
1- Halk ozanı durup dururken korkmaz ve vicdanında taviz vermez.
2- Halk ozanının canını çekinmeden vereceği tek kapı halk olmalıdır. Çünkü unvanın da (halk ozanı) görevini üstlendiği görülmektedir.
3- Halk ozanı hem devletçi hem halkçı olamaz. Çünkü kendine halk ozanıyım diyenler 1500 yıldır halkına baskı yapan, zulüm yapan devletin karşısına çıktıkları için büyük olmuşlardır. Der.
Tabi ki bu tanıma katılmamak elde değil. Pir Sultan''n büyük oluşu, günümüzde bile hale ışık tutması bu tanımla örtüş mü yor mu?
O zaman, burada şu soruyu sormak doğru olmaz mı? Osmanlı'dan bu güne kadar halk ozanıyım diyenlerden kaç tanesi bu tanımlara uyuyor? Bunun cevabını da onları kendi içinden çıkartan halka bırakalım. Ama halk kendi yanında olanla, düzene uşaklık edip halkı tanımayanı iyi seçmelidir. Yani, sesine ve sazına değil, onun kendi, yani halkı için ne söylüyor, ne yapıyor, ona göre karar vermelidir. Yoksa bu gidişle, eline saz alan ve kendine halk ozanıyım deyip devlet kapısından beslenip, halkına sırtını dönerek devletin sözcülüğünü yapan neyi düğü belirsiz insanlar çıkmaya devam edecektir.
Derken, 12 Eylül faşizmi topun an, tankın an emekçilerin üzerinden geçerken, kendine, devrimciyim, demokratım, işçiden ve emekçiden yanayım diyeni de zindanlara doldurup, işkenceden geçirdi. Bu zulümden, gerçek halkın ozanları da payına düşeni fazlasıyla aldı. Bazıları da, Türkiye'nin dışına çıkmak zorunda kaldılar. Türkiye de kalanlarda faşizmin işkence tezgâhlarından geçtiler. Bu ağır işkencelerde bile direnmesini, işçi sınıfından yana olmasını bildiler. Halkın ozanı olduklarını kanıtladılar. Faşist cuntada anladı ki halk yenilmez, halkın ozanı ise hiç yenilmez ve susturulamaz. Pir Sultan'lam yenilmedi ki torunları yenilsin, zorbanın karşısında pes etsin. Halkın ozanı, gücünü halktan ve işçi sınıfından aldığı sürece dimdik ayakta kalmasını başarır. Asılsalar, yüzülseler, işkencede öldürülseler, ya da Sivas'larda yakılsalar, onlar unutulmazlar. Pir Sultan vermiş olduğu mücadele ile 500 yıldır bize ışık tutup aramızda yaşamayı hak etmişse, faşizmin karşısında eğilmeyen, devletin değil de halkın sözcüsü ve gözcüsü olan, işçi sınıfından yana tavrını koyan gerçek halkın ozanları da unutulmayıp, asırlar boyu yaşayacaklar.
Gerici yobazlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ozanlarımızdan bir hayli kortular. Geçmişten gelen kinlerini, önce taşlayıp sonra asarak katlettikleri Pir Sultan'ı anma şenliklerin de ozanlarımız ile aydınlarımızı, Sivas Madımak Oteli'nde diri diri yakarak kusmuş oldular. Ve dünyada eşine benzerine rastlanmayan bir insanlık dramı yaşattılar. Yine burada da, elinde sazı ile halkın ozanıyım diye ekranlarda boy gösterip birilerine yağ çekenler, devletçi tavrını sürdürüp, susmayı, yani, bir kelime bile söylememeyi, devleti ve bu vahşete seyirci olan kolluk güçlerini eleştirmeden, yapılanın vahşet olduğunu söylemekten bile kaçıp, ipe sapa gelmez şeylerin arkasına sığındılar. Osmanlı'nın soyundan geldiklerini yaptıkları ile ortaya koymuş oldular. Çünkü bunların hale Pir Sultan'a ve onu sevenlere, onun izinden giden tüm insanlara kinleri bitmemişti. Bitmeyecekti de.
Fakat kendine halk ozanıyım diyen ve bazı televizyon ekranlarında boy gösteren, ahkâm kesen ve devlet tarafından beslenenler, dünyanın ilgilendiği bu vahşete göz yumup görmezden geldiler. Eğer görselerdi, bir çift sözleri olsaydı devlet tarafından ödenen nemaları kesilecekti. Halkın ozanları devletten bir şey beklemedikleri için, geçmişte olduğu gibi burada da seslerini yükseltip yiğitliklerini göstermişlerdir.
Devlet kapısından beslenip öten / her sazı çalana ozan mı derim / Halka sırtın dönüp görmezden gelen / Devletçi olana ozan mı derim / Halktan yana çalıp çığırmıyorsa / Halkın dertlerini duyurmuyorsa / İşçi sınıfını kayırmıyorsa / Böyle bir yılana ozan mı derim / Ozan olan halkı için seslenir / Halktan ilham alır ondan beslenir / Halka sözcü olur onu üstlenir / Her sözü yalana ozan mı derim / Kul Sefili ozan olan hür olur / Düzen karşısında sesi gür olur / Grevlerde işçi ile bir olur / Uzakta kalana ozan mı derim.

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

Anadolu'yu kucaklayan ozan Mahsuni Şerif / İhsan Aktaş
Halk Şiirinde Başkaldırı / Rıza Zelyut
Aşık Veysel, Yaşamı, Sanatı, Şiirleri / Battal Pehlivan
Halk şiirinde gerçekçilik / Rıza Zelyut

KUL SEFİLİ (Ali Turalı)


AŞIK İHSANİ VE DOSTLARI

  ÂŞIK İHSANİ YOLUNDAKİ KUL SEFİLİ   Bazen sarı gazel düşer toprağa, hazan değer gönüllere, gam çekmemek ne mümkün, bazen de Nevbahar da...